23 Nisan 2007 Pazartesi

Hande Yener Reviewed


"Kim bilebilir aşkı, aşktan ölene kadar?" (Yener et al. 2007)








Bu yazıda bu basit gibi görünen pop şarkısının altında yatan karmaşık düşünce sistemini biraz olsun araştırmaya çalışacağım.


Öncelikle, türkçedeki "bilmek" kelimesi bazı batı dillerindeki iki çeşit bilme anlamının ikisini de kapsamaktadır. Bunlardan biri latin dillerinde "sapere", cermen dillerinde "kennen" olarak anılan, bir şeyin işleyişini, nasıl olduğunu vb. bilmektir. Örneğin cebir bilmek, veya tirbüşon kullanmayı bilmek gibi. Diğeri ise latinlerin "consciere" cermenlerin "wissen" tabir ettiği bilme biçimidir ki, bu örneğin Mısır'ın başkentini bilmek türünden bir bilmedir.

Eee, Hande Yener neyi kastediyor peki? Tirbüşonu mu Kahire'yi mi? Sanırım ikisini de değil. Burada bağlamdan ayırdığımız için cümle tek başına kolay anlaşılamıyor. Ancak şarkının tamamını dinlemiş biri olarak diyebilirim ki, Hande Yener kısaca aşkın kendi işleyişi ile ilgili bir sır olduğunu, bunu sırrı öğrenmenin yönteminin de aşık olmakla kalmayıp, bu yüzden ölmek olduğunu iddia ediyor. Demek ki meselesi sapient olma meselesi, kamil olma meselesi.

"Öğrenmenin gerçek metodu, tecrübe etmektir." diyen William Blake, hristiyan mistiklerinin önde gideni, buradan sevgilerimizi gönderdiğimiz bir kişi. Ancak bu yazıyı bir sonuca ulaştırabilmek için ille de aşktan ölmemiz mi gerekiyor?

Bir romalının sonradan yazdığı bir yunani efsaneye göre, Psyche, Afrodit'le güzellikte rekabet ettiği için lanetlenerek zorla Eros ile evlendirilir ancak kocasının adını bile öğrenmesi, veya yüzünü görmeye çalışması yasaktır. Erotik aşkın bu zorlayıcı doğasından bahsedilmesinin yanı sıra, aynı hikayede Psyche, eğer kocasının kimliğini merak edip öğrenmeye çalışırsa öleceği konusunda uyarılır.

Aslında bu sadece tutkulu bir aşkın kelimelere dökülmesindeki zorluk değildir, herhangi bir insan tecrübesinin bilgiye dönüştürülmesindeki zorluğuna işaret eden bir araçtır.
"Makinedeki hayalet" olarak özetleyebileceğimiz düşünce, ruhun ve bedenin ayrı ayrı olduğunu ve ruhumuzun, beden denen makineyi yöneten,makineden ayrı bir varlık olduğunu şeklindedir. Makinanın halleri, işleyişi vs. açıklanabilirken, hayaletin işleyişi açıklanamazdır.

Şarkının tam göbeğindeki sır da buradan köken almakta. ("Mana fi batıni şair" derler efendim, yani anlam şairin karnındadır, şapka çıkartılacak bu güzel sözü, ne yazık ki türk dilinin şapkaları çıkarıldığı için böyle yazmak durumudayım. Atma Hamidiye atma, şapka da giyeceğuk, vergi de vereceğuk.)

Buralarda bi yerlerde sanırım Spinoza'dan, Mevlana'nın Mesnevisinden ve Eflatun'dan da bahsetmem gerekiyordu ama şarkının shalalaları arasında kendimden geçmişim.

Neyse gelelim şarkının bir şarkı olarak incelenmesine.

Introdaki Yasemin ile Gece Cimnastiği estetiği nasıl ve neden yakalanmış, bir o hoparlörden bir bu hoparlöre pan eden o saksofon riff'i kimi eğlendirecek diye düşünülmüş, mana fi batıni aranjör mü demeliyim arazöz mü demeliyim bilmiyorum. Neyse pesten çalan chicken scratch gitarlar,house altyapısı ve tahammül edilebilir synth katmanları ile çaldığı zaman radyoyu kapatmak ve yakmak zorunda kalmayacağımız bir şarkı. Minör tonalitesi ve basit vokal armonileri alışıldığı üzere.

Hande Yener'in şarkılarında benim önemsediğim ve bence onları diğer türk popu şarkılarından daha değerli yapan özellik ise şarkının prozodisindeki tanımlayamadığım bir güzellik. Bir şarkıyı bir dilde yazılmış yapan şey, sanırım konuşmanın doğal akışındaki ritmlerin şarkıda da kullanılması.

Örneğin türk rap'inin kulağımıza tuhaf gelmesinin sebebi, batı yakası rap'indeki

|.. .. .^ .. | .. .. .^ ..|

şeklindeki vurguların türkçe konuşmada olmayışı. Çizmeyi pek beceremedim sanırım. Bir gün tanışırsak size ağzımla çalarım.




"Ve şimdi yaş'ıyoruuum
Ve sen'i se' vii yo ruuum"



kısımlarında ise şarkının erken dönem Diana Ross tavırları ile Ajda Pekkan'ın Regal Plak dönemleri arasında gidip geldiğini söyleyebiliriz ki, bu sanırım bir pop müzik şarkısı için iltifattır.

Burada Yener dünyaya meydan okuyarak sevdiği adamı bütün kötü özelliklerine rağmen sevmeye devam edeceğini iddia ediyor. Bu pop müzikte kadın dinleyiciyi gazlamak için kullanılabilecek ikinci en iyi yöntemdir.

En iyi birinci yöntem ise kendisini bu kötü özellikleri uyarınca terkeden adi erkeğin bu davranışından dolayı kadının yenilmediğini ve artık daha güçlü olduğunu hönkürmektir.


Korkarım giderek Patrick Bateman'a dönüşüyorum.

22 Nisan 2007 Pazar

Fıkra

En çok sevdiğim bi tane fıkra vardı buraya yazacaktım. Ama unuttum sanırım.

Kurt Vonnegut Jr. 11 Nisan 2007'de 84 yaşında öldü.

They Might Be Giants - Older

Fevkaladenin de fevkindeki bu eser bilinsin istedim:

Pehlivan Tefrikaları

Sağıma dönsem Lost soluma dönsem Heroes seyrediliyor. Issız bir adaya gitsem yanıma Lost'un ilk üç sezonunu alırım adeta. Peki modern insan dizilerde tefrika halinde ne görmek istiyor, üşenmedim sizler için inceledim:

1. Güzel/Yakışıklı Manita
2. Mevsimine göre özel güçler, süperkahramanlık
3. Uzaylılar bizi kaçırsın
4. Esrarengiz şeyler
5. Toptan yok olma tehtidi

Peki ne anlıyorum ben bu durumdan; (ağır yorum geliy, bir yerlere tutunun)
Bu diziler insanların ortak düşleminden doğuyor, dizi yapımcısının özelliği bu ortak düşü bir anlatıya dönüştürerek bize yeniden sunması. İnsanoğlu kendi önemsizliğiyle tarihte hiç olmadığı biçimde karşı karşıya kalmış durumda. Belki de bir kuşak sonra bizi hatırlayacak kimse olmayacak, hatta belki de bu kuşakta bile hatırlayan pek kimse yok. Neyse ki Blog yazabiliyoruz da, tam manasıyla tırı vırı hayatımızın (gavur buna trivial da der şaşırmayın) ilginç değilse bile kayda değer olduğunu hissediyoruz.

Global ekonomi açısından bakınca benim süpermarkette bingo yerine ace almam nedir ki? Amerikan dış politikası açısından veya Gazprom'un gözünden, benim AKP veya ÖDP'ye oy vermem neyi değiştirir.

Naciz vücudumuzun toprak, kil, humus vb. olmasıyla başa çıkmak için yapabileceğimiz şeyler var. Örneğin öldükten sonra hatırlanacağımızı düşünmek, çocuk sahibi olup özelliklerimizin onda devam edeceğini düşünmek, öldükten sonra bir düşler dünyasında yeniden yaşayacağımıza inanmak. İşte böyle şeyler bizi hayalimizde ölümsüz yaparak, gerçek ölümle başetmemizi biraz sağlıyor.

Peki bize ölümsüzlük bahşeden tanrının kendisi unutulduysa (ve böylelikle öldüyse), çocuk yapmak biyolojik bir kaza olan insan varoluşunun anlamsızlığına sadece tuz biber ekiyorsa, bize şehit olma imkanı tanıyan herhangi bir ideoloji, sinizmin karşısında duramıyorsa.

Aha da şöyle iddia ediyorum o zaman, toplumlar çağın ruhunu anlamada kendi zannettiklerinden daha ileridir de, aslında bu bilgi onlardan kendileri tarafından gizlenir, zira insanlık ne kadar ilerlediyse, önemsizliğinin o derece farkına varır, bu yüzden de bilmekten çok bilmezlikten gelmeye muhtaçtır. Bunun için mitoloji gerekir efendiler, ve eski mitolojinin muhacir dilinde söylersek "eepten aykırı gittiğini" de biliyor bu insanlık dediğimiz domuz. Onun için de televizyonda sinemada yok efendim adaya düştüm, yok efendim uzaylı geldi beni aldı. Bre Scully, bre Mulder, siz o kadar önemli misiniz de uzaylı sizin peşinizde. Paranoia tümden önemsiz olma tehlikesine karşı, her şeyin kendisi hakkında olduğunu düşünme durumudur.

Nerd (niyörrd diye okunur) tabir ettiğimiz Napoleon Dynamite tabir ettiğimiz insanlar neden bu kadar Star Wars vb. hayranıdır. Bunlar aslında bilimin meftunudur ve doğal olarak materyalisttir. İnsanın aciz durumunu içten içe anlarlar, bunun için de hülyalara dalarlar.

Bu yeni mitolojiler, eskileri kadar sıkıcı. Bu yüzden de sevgili seyirciler en iyisi Heroes'daki capon oğlan gibi, uzay zamanı bükerek buralardan uzaklaşmak... Ale hop tereyağlı ballı ekmek...

Hello World


Blogsiperane bir davranış örneği gösterip, sayın seyircilerim, sizlere elimden geldiğince canlı bir program sergilemek, kah birlikte eğlenip, kah hüzünlenmek için, işbu blogu hizmete açmış bulunuyorum. Atatürksü bir biçimde ifade edersek: Kutlu Olsun.

Bu kutlu meselesi bir acayip meseledir ha sayın seyirciler, celestial olsun mu desek, semavi olsun mu desek, kafalar semaver olsun diyelim en iyisi. Suavi olsun. Burak Kut olsun.