31 Ağustos 2007 Cuma

Lotüs Yiyiciler, Kısım Bir, Yunaniler

Sayın Seyirciler,

Bugün sizlere çeşitli seyahatleri ve maceraları sırasında değişik meyvalar, çiçekler veya benzeri nebat ve başka nevi gıda ile karşılaşıp, bunların tuhaf etkilerine maruz kalanların ibret verici öykülerinden biraz bahsetmek istiyorum. Son zamanlarda antik Yunan'a kafayı taktığım dikkatli okuyucunun (nerdeee) gözünden kaçmayacaktır. Bu yüzden bazı arkadaşları önlere aldım, arkada kalanlar alınmasın.


Lotus Yiyiciler


Zannediyorum, bu kısmı Kayıp Cinnet'in açılış mottosuyla başlatmalıyım: "Gittiginiz acayip gezegenlerdeki meyvalar sizi ya öldurur ya da hayatta kalmanızı sağlar. Bundan dolayı onlarla yolunuzun kesiştiği nokta onlarsız hayatta kalamayacağınız noktadir. Böylece bir adım önde kalırsınız."


Kuzey Afrika'da meskun bir kavim olan Lotus Yiyenler, yahut Odiseus'a göre Lotophagi, esasında pek öyle maceradan maceraya koşan bir millet değilmiş. Bizim ilgimizi çeken özellikleri, nilüfer gibi bir çiçeği yiyip yiyip kafayı bulmaları ve bütün gün tembel tembel yatmalarıymış. Böyle hiç bir şey yapmadan hülyalara dalmak ve kendinden memnun olmak, benim nazarımda maceranın en güzeli. Günümüzde gavur milleti bu Lotus Yiyici lafını Varsayalım İsmail tarzı insanlara hakaret etmek amacıyla kullanıyor. Halbuki en büyük maceralar, oturduğumuz yerden hayal kurarak başlar. (ve bazıları öyle de biter, öyle değil mi genç efendi Tristram?)


Yöreden gemiyle geçmekte olan Ulysses'in tayfasında bu çiçeğin yarattığı etki, yedikçe yiyesi gelmek ve geri dönmek istememek olmuş. Ben de şöyle diyorum o halde yüksekten atarak (belki de hakikat payı vardır zira Joyce'un Ulysses'inin bölümlerinden birinin gayrıresmi adı Lotus Eaters), tayfasıyla beraber Ulysses de çiçeğe biraz takılsaydı, Odysseus destanı Joyce'un Ulysses'i gibi olurdu. Edebiyat birkaç bin sene ilerlemiş olurdu böylece. Veya Kayıp Cinnet'in dediği gibi, böylece bir adım önde kalırdık.


Efendim madem çiçekten bi fırt aldık ve artık geri dönüş yok, havanda su dövme serüvenimizi başka yunanilerle sürdürelim;


Glaucus

Efendim bu Glaucus namıyla maruf yunanlı aslında kendisi basit bir balıkçı parçası olup, tuttuğu balıklardan canlı sashimi yaparken kullandığı bir bitkiden (ne bitkisi olduğu meçhul) yanlışlıkla ölümsüz olmuşmuş. Ama bazı yan etkileri de olmuş maddenin, yüzgeç ve balık kuyruğu çıkarmak gibi. "Bu halimle insan içine çıkamam gayri" diyerek Glaucus denizde takılmaya başlamış. Biraz deprasyona giren kahramanımız, denizler altında bulduğu yeni kankaları Oceanus ve Tethys ile emekli hayatının tadını çıkarmış. Ama ölümsüzlükle ilgili esas karın ağrısı olan karakterimiz, bir sonraki altbaşlığın konusu;


Herakles


Uzun uzun anlatamayacağım, hikayenin şahane bir yorumu zaten şu adreste bulunuyor. Bu muhteremin, tanrıça Hera'nın türlü katakullileri nedeniyle çalmak durumunda kaldığı elmalar, bilin bakalım yine ne özelliği bahşediyor insanlara. Aaa evet ne tesadüf, ölümsüzlük. Neyse. Atlas'ın yükünü "Sen git elmaları topla ağa ben bunu tutarım." diyerek alan Herakles, Atlas gelince "Ya bi el atsana kulunçlarım tutuldu." diyerek koskoca yükü sen Atlas'a vermesin mi sayın seyirciler. Elmaları cebellezi eden Herakles, yesem mi yemesem mi diye bir karın ağrısına tutulur. Hile hurda ile kaptığı elmalardan yiyip fasondan ölümsüz olsa, delikanlılığa sığmayacak bir hareket olacaktır, Olympos'ta af buyrun "ŞeRRRefsiz" olarak bilinecektir. Öbür türlü yemese, bu sefer ancak ardından anlatılan hikayeler sayesinde ölümsüz olacaktır. Derken olaylar gelişir.

Bu Herakles, başka birkaç mutfak meselesi nedeniyle (temelde Zeus'a kemik yedirmek ve yemeğin altını açık bırakmak da denebilir) kartallar için arnavut ciğerine indirgenen Prometheus'u da, maceraları arasında kurtarmıştı, onu da belirteyim. Can boğazdan gelir.


Önümüzdeki bölümde, diğer milletlerden pisboğazların hikayeleri ile yine karşınızda olacağız. Esen kalın.



Powered by Qumana

12 Ağustos 2007 Pazar

Vücut İkliminin Sultanı Sensin Persephone

İnsanın "davranış"ı, filin hortumu, eğreltiotunun klorofili gibi, basitçe insan türünün üyelerine üreme avantajı sağlamak gibi bir işleve hizmet ettiği için kuşaklar boyunca korunmuş bir özellik. Aslında canlıların davranışlarının tamamını bu şekilde açıklayabiliriz.


Canlılar, bildiğimiz kadarıyla, ilk ortaya çıktıklarından beri yerkürenin ve atmosferin, fizik ve kimyasal yapısı üzerinde etkili olmuş. Henüz üstünde bulunduğumuz gezegenin tektonik özelliklerini, yörüngesini, temel bileşenlerini, genel olarak sıcaklığını değiştirecek durumda değiliz, ancak atmosfer ve okyanuslar üzerinde etkilerimiz olmuş.


Canlıların dünyanın atmosferi üzerindeki en büyük değiştirici etkileri, bundan aşağı yukarı 3 milyar yıl önce, Siyanobakteriler'in deniz suyunu indirgeyici bir ajan olarak kullanarak fotosentez yapmaya başlamaları, bunun akabinde serbestleşen oksijenin birkaç başka faktörün de etkisi ile birlikte atmosferde birikerek zamanla bugünkü %21 oranına kadar ulaşması şeklinde gerçekleşmiş. Atmosferin oksijenasyonu arttıkça, bundan yaklaşık 540 milyon yıl önce, ozon tabakası oluşmuş ve güneşin ultraviyole ışınlarına karşı bir koruyucu görevi gördüğünden, karaların canlı türleri tarafından yurt edinilmesine olanak sağlamış.

Oksijensiz yaşayan türler enerji bakımından kısıtlı yaşadıklarından, oksijenli solunuma geçiş canlıların kullanabileceği enerjide büyük bir artış yaparak, global bir etkiye yol açmış.

(bkz: http://en.wikipedia.org/wiki/Timeline_of_evolution)


İnsan davranışı sonucu ortaya çıkan küresel iklim değişikliğinin, ekosistemimizi kararlı durumundandan en azından kısa vadede geri dönüşsüz olarak uzaklaştırarak tüm sisteme yayılan bir soy-tükenmesi silsilesi oluşturacağı yönünde kaygılar var. Konuyu basından takip ettiğimizde, "dünyanın sonunu günahlarımızla getirdik" şeklindeki apokaliptik kehanetin gerçeklenmesinden duyulan haz ile, basitçe hayatta kalmaya yönelik kaygıların birbirine karıştığını görüyoruz.


Bilim adamları, halihazırdaki hızımızı sürdürürsek, önümüzdeki 100 yıl içinde biyoçeşitliliği sağlayan türlerin yarısını yok edeceğimizi söylüyorlar. Aslına bakılırsa bu dünyanın şimdiye kadar yaşadığı büyük soy tükenmeleri arasında, orta ölçekli diyebileceğimiz bir felaket olur. Örneğin Permian-Triassic soy tükenmesinde, (yaklaşık 250 myö) denizlerdeki canlı türlerinin %96'sı, karalardaki omurgalı türlerinin ise %70'nin ortadan kalktığı tahmin ediliyor.


Bir de tabi kıyamet tablosunun tamamlayıcısı olarak, Sodom'un son günleri misali, olan bitenin aslında olup bitmediğini, hepsinin ağaçlara sarılmayı seven eski hipilerin uydurması olduğunu iddia edenler var. Zaten Amerika ile ilgili sorunlardan biri de bu "wish away" müessesesinin çok iyi çalışması. Neo-con şahinlerin artık kendi ağızlarıyla açıkça dile getirdiği, ama daha uzunca bir süredir, ve galiba dünyayı yok edebilecek bir nükleer cephaneliğe sahip olduklarından beri Amerikan yönetici elitinin yaşadığı bir tümgüçlülük fantazisi var. Ağızlarından çıkan şeyin "gerçeğe" dönüştüğünü düşünüyorlar.


Bir yandan bu insanlar, insanın evrimsel özelliği olan davranışı gereği; tüm canlıların en üstünü olduğu inancıyla yeraltında depolanmış karbon sedimentini çıkartmak ve bunu yakarak dünyanın orasında burasına hareket etmekle bu kadar övünürken, öbür tarafta tanrısallığın gerçek ölçeği atmosferin bileşimini öyle arada sırada zaten olduğu gibi sera gazlarıyla değiştirmektense, %0,02 olan oksijen miktarını %21'e çıkartmak değil midir?

(Siyanobakteri sıralarından alkışlar yükselir.)

Gezegene biraz uzaktan (Olympos dağı kadar diyelim, mesela iklim değişikliği ve ölüm tanrıçası Persephone'nin gözünden) bakınca görünen manzara şu; bir kez daha canlı türlerinin birbiriyle etkileşimi ve türe özgü davranışları nedeniyle, ekosistemde dramatik bir değişiklik olacak, ardından belki çok sayıda türün soyu tükenecek.


Ah ama pardon, zaten küresel ısınma diye bir şey yoktu. Dolayısıyla karşılaştırmam da anlamsız. Yazının başındaki resmin de "Persephone'a Tecavüz" heykelinin resmi olması tesadüften ibaret.


Powered by Qumana