8 Aralık 2008 Pazartesi

Can Pazartesisi



Kurban Bayramı'nı idrak ettiğimiz bu pazartesi günü, elbette adımız öldüren şaka olduğuna göre, bununla ilgili bir şeyler yazmalıyım.

Öncelikle dikkat ettiğim bir husus, Ramazan Bayramı'nın aksine, Kurban Bayramı'nda pek öyle "nerede o eski bayramlar" lafı edilmiyor. Zira eski bayramlarda olduğu gibi yeni bayramlarda da kan çıkıyor, beynimize kokusuyla, görüntüsüyle öldürmenin anısı kazınıyor. Unutmaya mahal yok.

Öldürme dedik zira, kurban etmenin esas anlamı boşuna öldürmedir. Şimdiki Kurban Bayramı anlam bozulmasına uğramış bir durumda. Gerçek bir kurban etmede kurbanın eti törensel bir bağlam dışında yenmemeli. Bizim bu günlerde yaşadığımız eski bir geleneği hatırlatan kasaplık faaliyeti sadece.

Bir de sözde hayır işlemek. Zavallı fakirler açlar, boşa gitmesi gereken etleri bari onlara verelim. Evet fakirlerin zenginlikten tatmaları için illa kanlı bıçaklı bir şeyler gerekir. Bir de ölüm.

Kurban Bayramı'ndaki öldürme, modern insanlara biraz ağır geliyor. Gerçek olan her şey gibi. Bir kere yakışıklı bir öldürme biçimi. Son derece kişisel. Her koyun kendisi ölüyor. Fabrikada Auschwitz tarzı bir endüstriyel öldürme değil. Bir hasmınızı (veya hısmınızı) öldürür gibi kesiyorsunuz boğazını.

Bir canlıyı böyle öldürmek aslında onunla çok gerçek bir bağ kurmayı gerektirir. Kurban kesen dangalakların çoğu, böylesi bir bağ kuramamak yüzünden bence, diyelim ki modern bir eleştiri karşısında bu davranışı savunamıyor. Kestiği öküzden daha öküz bir kesici. Öldürmenin bir ciddiyeti olmalı. Bana kalırsa kasaplıktan çok şamanlık gerektiren bir eylem.

Bir de benzettiğim başka bir şey var, doktorluğa benzeyen bir şey bu kurban kesme. Hayvanın canı sana emanet. Onun ölümünü sen de yaşıyorsun, beraber bir ölüm yaşıyorsunuz. Kurban kesmek aslında birisini intihar etmek.

Ben de kurban kesmiş gibi anlatıyorum böyle...

Şimdilik birilerine can borcum yok.

20 Eylül 2008 Cumartesi

Werckmeister Harmoniak'ı nasıl 8 sene sonra izlemişim, değil mi ha...











Gün geçmiyor ki İstanbul'da bir film festivali yapılmasın sayın seyirciler. Kültür sanat dünyamızdan en son haberleri sizlere getirmeyi borç bilen ben, bu yazıyı en güncel film festivali haberleriyle donatmaya karar verdim.

Elimizdeki en güncel festival haberi ise 20. İstanbul Film Festivali'ne ait, yani sizleri -sıkı durun- 2000 yılına geri götürüyoruz.

O yıl oldukça meşum bir yıldı. Üniversitede sınıfta kalmıştım. Zaten daha 2000 yılına giremeden hayvan gibi deprem olmuştu. Yeni milenyuma Replikas dinleyerek girmiştik ve Taksim meydanında birazdan bahsedeceğim filmdeki sirke benzer bir hava vardı. Yani gelişinden ne menem bir şey olduğu belli bir yıldı.

Evet üniversitede sınıfta kalmıştım. Ve bunu ikisi hariç bütün dersleri geçerek yapmıştım, ayrıca ortalamam 100 üzerinden 74'tü. Artık üniversiteleri eskisi gibi yapmıyorlar sayın seyirciler, bizim zamanımızda bu şekilde sınıfta kalmak bile mümkündü. Kaldırım taşlarının altında kumsal vardıydı o zamanlar. Velhasılkelam, önümde bütün bir yıl, ve sadece devam zorunluluğu olmayan iki ders vardı.

Sanırım bu sebepten, o yıl film festivalinde üzerinize afiyet 17 film seyretmişim. Yani sanırım 17 film seyretmişim. Şimdi katalogdan bakıp da hatırlayabildiğim kadarıyla öyle. O kadar filmden sonra kafa biraz bulandıydı. O yıl festival daha mı mümbitti, yoksa ben mi duygusallaşıyorum emin değilim, ama filmler şahaneydi bence.

O kadar film seyretmiştim, ancak aşağı yukarı dünyanın en güzel filmi diyebileceğimiz, Bela Tarr'ın Werckmeister Harmoniak adlı filmini kaçırmayı başarmışım. Adeta bütün derslerden geçip sınıfta kalır gibi, festivalin tamamını emip, bu filmi görmemişim. Hayvan ben. Öküz ben. Kırbaçlayın beni Fraulein!

Yayın hayatına başladığından beri, digression hastalığından muzdarip olan "Öldüren Şaka" bakalım şimdi nereye gidiyor sayın seyirciler. Genç efendi Tristram'ın hayatı ve görüşlerini konu alan filmlerin de yayınlandığı film festivalleri diyarında sanırım kayboluyoruz. Ve fakat evet! Minörler tükendi, macarlara yolculuk. We karşınızda, Werckmeister armonileri.

Ortalama 100 dakika süren bir amerikan filminde kimi zaman 10000 çekim bulunur. Yani kameranın kaydetmeye başladığı anla, başka bir kameranın kaydettiği şeye geçilen an arasındaki zaman parçasından, dakika başına 100 tane. Benim bahsedeceğim film 145 dakika, ve 37 çekim içeriyor. Alışkın olmayan popüler sinema izleyicisini öldürebilecek uzunlukta sekanslar. Böylelikle, filmde bir şey olduğu zaman, gerçekten olmuş gibi yüreğinize oturuyor. Televizyonda olmuş gibi değil, gerçek insanlara bakıyormuşsunuz gibi.

Filme adını veren Werckmeister, bir melodinin enstrüman topluluğu tarafından ahenk içinde çalınması, ve değişik aralıklara transpoze edilebilmesi için gerekli, ancak notaların gerçek değerlerinden uzaklaşılması ile mümkün olan bir akort düzenini icat eden bir müzik bilimcisi. Bach'ın eserlerinde bachsettiği iyi huylu klavsenin, iyi huylu olmasını sağlayan kişi yani.
Aynı zamanda müzikal ahengin, gezegenlerin dönüşleri ile bir ilişkisi olduğunu, yani semavi kürelerin ahengi, müzikal armoni ve tanrının buyrukları arasında bir ilişki olduğunu düşünen biriymiş.

Filmde de bir Macar kasabasındaki ahenk bozukluğu konu alınıyor. Başlangıçta çok belirgin değilken, giderek artan bu fenalık, en sonunda tam bir güneş tutulmasına dönüşüyor diyebilirim. Spoiler olmasın, şeker de yiyebilsinler.

Belki de filmdeki olaylar, Avrupa'nın pagan geçmişi ile, birleştirici bir unsur olan Hristiyanlık arasındaki, hala devam eden gerilime işaret ediyordur. Kim bilir...

Festivalde "Karanlık Armoniler" diye tırışka bir isimle oynamış. Bari "Sevimli Afacan Görev Başında" olsaymış. Biliyorum dünyanın bir yerinde, bu filmi bu isimle gösterip, bahane olarak da "insanlar anlamazdı" bahanesini kullanan birileri var. Buradan ciğerimin yettiğince onlara hönkürüyorum; "Anlıyoruz! Wikipedia diye bir şey var!"

Son olarak, hepsini seyretmiyorsanız bile, ilk 10 dakikasını seyredin şu filmin, YouTube'da var. Link koymam beyhude, siz bir yolunu bulup açarsınız.

28 Ağustos 2008 Perşembe

Plateau


En sonunda dönüştüğüm bu şeye dönüşmezden evvel ben de bir gençtim. Bizim kuşak kendi gençliğine çok iyi bir çıkış yapamadı. 90'ların başında paraya bulanmış iğrenç bir kepaze olmaksızın, diyelim ki bir yuppie veya heavy metal kırosu veya MC Hammer veya televizyonda gördüğümüz herhangi başka bir iğrençliğe dönüşmeksizin özdeşim  kurabileceğimiz yegane adamın tekrarlayan depresyonları yüzünden sonunda kendini öldürmesi ile gençliğimiz başladı diyebilirim. Popüler müzik tarihine verebildiğimiz en önemli şey Radiohead'in OK Computer albümü ve ardından gelen üç kuşağa  yetecek post-rock sıkıntısı oldu. Aslında bu olanlar tamamen bizim kabahatimiz değildi. 


Çocukluğumuzda yanlış bir şey yaparsak nükleer savaş çıkma tehlikesi vardı. Üstümüze nereden çöktüğünü anlayamadığımız Reagan - Thatcher - 12 Eylül - Soğuk savaş istibdadını hissediyorduk ancak neler olup bittiğini bize açıklama zahmetine kimse katlanmamıştı. Bizden öncekiler, yaptıklarını  öylesine kabul edemeyecekleri şeyler yapmıştı ki, onlar adına nedamet getirmek, lanetlenmek ve kötülüğü kendimizden bilmek bize düştü.


Biz o yıllarda Türk olmak sıkıntı verici zannediyorduk. Yarım yamalak ingilizcemizin bu yanlış anlamada bir rolü olduğunu düşünüyorum. Şimdi dönüp baktığımda görüyorum ki aslında Türk olmak değil var olmak korkunçtu. Özenen birinin özendiği şeyin kendisinden daha fazla sıkıntıda olması çok absürd bir şeydi. Vanilla Ice'a özenmek en hafif tabirle üzücüydü. 


Soğuk savaş bitmişti ve biz batılı yaşam tarzıyla kültürümüzün arasındaki savaşta cepheye ilk sürülenler olduk. Tamam haksızlık etmeyeyim, cepheye sürülen ikinci kuşak biz olduk demeliyim. En azından birbirimize "Herıld yani" demek zorunda bırakılmadık ve ablalarımız gibi saç bandı takmamız gerekmedi. Bunlar Cenevre konvansiyonu ile yasaklanması gereken kültürel savaş araçlarıydı. 80'lerde genç olan bu şok birlikleri, --veya 80'lerde şok olan bu genç birlikleri-- belki de hiç bir zaman rehabilite olamadılar. Vietnam gazilerinin onlarca katı soğuk savaş gazisi, hala Borat gibi etrafta dolaşıp duruyor.


Erişkinlerinki yetmez gibi, abi-ablaların utancını da üstlenmek bize düştü. Zaten onlar da erişkinlerin yaptıkları yüzünden bu hale gelmişlerdi. Amerikan Psycho zihniyeti ile ölçüsüzce kendini tüketmek bununla baş etmenin bir yoluydu. Herkes eğleniyorsa kimse rezil olmaz diye düşünüyorlardı. Ama safahat birine nispet olsun diye yapılmalıydı, Sovyetler dağılıp da nispet yapılacak kimse kalmadığında sistem durdu.   


80'lerde bir sanatçı ölecekse AIDS'ten veya uyuşturucudan ölürdü. Kurt Cobain üzüntüden öldü.  


Ancak şimdi dönüp baktığımda başımıza gelenlerin ne olduğunu anlayabiliyorum. Buna da şükür demeliyim.


Sanıyorum aptalım. Veya mutlu da olabilirim.      


Powered by Qumana


19 Nisan 2008 Cumartesi

Ben Henry miyim, bu topa vuran kimdir kompüter?

Kutner ve Olson'un Harvard Üniversitesi ve Massachusets General Hospital bünyesinde, 1200 ortaokul öğrencisi üzerinde yaptıkları çalışma ve bundan yola çıkarak ebeveynler için yazdıkları kitap hakkında çıkan yazılar, beni bilgisayar oyunlarındaki şiddet üzerine düşünmeye sevk etti sayın seyirciler. (Artık sevksiz de üniversite hastanelerine başvurabiliyoruz ancak, henüz Harvard'a değil.)

Özellikle ilgimi çeken bir husus var; neden bilgisayar oyunlarının içinde bu kadar şiddet var. Kısa yoldan cevabı, şiddet içeren oyunların çok satması, çok satacağı garanti olan oyunların daha çok yapılması olabilir. Ancak baştan neden şiddet içeren oyunların tercih edildiğinin cevabını vermiyor bu açıklama.

Kanımca şiddet, bilgisayar oyunlarının ne hakkında olduğundan çok, nasıl olduğu sorusunun cevabı. Şiddetin nasıl olduğu, ne olduğu, anlamının ne olduğu hakkında bir bilgisayar oyunu hatırlamıyorum. Ancak oyuncunun oyunda özdeşim yaptığı karakterin, kendine uygun olan bir amaca ulaşmak için şiddete başvurduğunun gösterildiği oyunlar çokça.

Bir bilgisayar oyununu oynadığımızda, aslında zihnimizin içinde, bir başka dünyada olan bir başka şey olduğumuzu hayal ediyoruz. Yani Kayıp Cinnet'le oturup FIFA 07 oynadığımızda, Henry'ye ait nesne temsili ile kendimizi bir kabul ediyoruz. Oyunun kuralları ile tanımlanmış bir evrenin içindeyiz, ve bu evrenin içinde haz arıyoruz/cezadan kaçıyoruz.

Bu oyun evrenlerinin bungünkü kurallarını belirleyen, teknik kısıtlamalar olduğunu düşünüyorum. Şimdilik oyunların en iyi yapabildiği şey, kendimizi üç boyutlu bir uzayda diğer nesnelerle fiziksel etkileşime giren bir nesne olarak göstermek. Yani bilgisayar oyunlarının bugünkü dili, hareket etmenin ve nesneleri değiştirmenin dili. Ödül veya ceza da bunlarla belirlenmiş görevleri ne kadar iyi yerine getirebildiğimizle ilgili.

Aslında şiddet, bu bedensel dilin en güçlü kullanımı. Kendimiz olmayan ancak birisi olduğunu hayal ettiğimiz bir nesne ile bir ilişki kurma biçimi. Böylelikle ne kadar şiddet uygulayabiliyorsak, o kadar çok dünyayı değiştirmiş oluyoruz. Yani temel bir bedensel dilin, bir lehçesi şiddet.

Bu temel dil, çeşitli bağlamlarda kullanılarak, değişik oyun janrlarında kullanılıyor. Tabi leksikal bir dil de kullanılıyor, bu dilin kullanımı bazen oyuncuları oyunun bağlamında tutmaya yarıyor, hikaye anlatımını kolaylaştırıyor, bazen de, diyelim ki bir adventure oyununda bize sunulan sözlerden birini seçtiğimizde olduğu gibi, oyun evreniyle etkileşimde bulunmamızı sağlıyor. Ancakbu türden oyunlar, oyun endüstrisinin gelişimi boyunca, marijinal kalmış oyunlar.

Bence beden değil de kelime dilini kullanan oyunların rağbet görmemesinin sebebi de bazı teknik kısıtlamalar. Bugün için bizim söylediğimiz şeyin anlamını kavrayabilecek bir bilgisayar bulunmuyor. Böyle bir bilgisayar için yazılacak bir oyun, zannediyorum bütün FPS'lerden daha çok satacaktır. Yani bedenin dili ile yaptığımıza yakın gerçekçilikte bir kelime dili evreni olan bir oyun, kanımca en kral oyun olurdu.

Belki de MMORPG türü oyunların bu kadar yaygın oynanmasının sebeplerinden biri de insanların beden dili dışında iletişim kurabilecekleri bir dünyada oynamak istemeleri.

Yapılan bilgisayar oyunlarının konularının, bu teknik kısıtlamalar tarafından belirlendiğine inanıyorum, dolayısıyla daha konuşkan ve dinlemeye meyilli oyunlar çıkana kadar, ekranda bir şeyleri patlatmaya, üzerinden atlamaya, dövmeye ve onlara ateş etmeye devam edeceğiz gibi görünüyor.


Zannediyorum elimizde sadece çekiç olduğu için, her şey bize çivi gibi görünüyor.

30 Mart 2008 Pazar

Bülent Ersoy Update

Blogumu altı ayda bir güncellediğimden midir nedir, sürekli tükürdüğümü yalayan yazılar yazmak durumunda kalıyorum. Carla Bruni dedik kepaze olduk, Bülent Ersoy'la dalga geçtik, ameliyatına rağmen Türkiye'nin en testisli insanı olduğu ortaya çıktı. (Taşaklı demediğim için belki bana dava açmazlar.)

Bikaç hafta sonra aslında küresel ısınmanın olmadığı, Wittgenstein'ın peluştan yapıldığı ve Tractatus'u Elmalılı Hamdi Yazır'dan intihal ettiği, Lauenstein'ların Balance videosunun da Playstation reklamı olduğu ortaya çıkarsa şaşırmayacağım.

Her şey zıvanadan çıkarken kimse fazla aldırış etmez nasıl olsa.














Resim 1.a. Gerçek Wittgenstein ile peluş kopyası arasındaki farklar hemen göze çarpıyor.

Lotüs Yiyiciler, Kısım İki, Diğer Milletler

Sayın seyirciler,


Çeşitli seyahatleri ve maceraları sırasında değişik meyvalar, çiçekler veya benzeri nebat ve başka nevi gıda ile karşılaşıp, bunların tuhaf etkilerine maruz kalanların ibret verici öykülerinden bahsettiğimiz yazı dizimizin ikinci bölümüyle karşınızdayız. Hem de resimli!

Hansel ve Gretel

Efendim bu masal hakikaten açlıkla toklukla pek yakından ilgili bir masal olup, orijinalinda, kıtlık çekmekte olan Avrupa'nın göbeğinde, bir annenin artık besleyemediği iki öz çocuğunu ormanda ölüme terketmesinden bahseder. Hansel ve Gretel kardeşler baştan olayı çakozlayıp, evlerine geri dönebilmek için yerlere işaret diye çakıl taşı atarlar. Böylelikle büyükada dışında herhangi bir yere bırakılan kediler gibi eve dönmeyi başarırlar. İkinci denemede taş yerine ekmek kırıntısı atınca, geri dönme umutlarını serçeler yer.


Kaybolmuş vaziyette açlıktan gözü dönen kardeşler karşılarına çıkan ilk evi yemeye başlarlar. Ben evin büyülü biçimde şekerlemeden yapılmış olduğuna inanmıyorum şahsen. Bunu gören ev sahibi cadı ise, o dönemde bölgedeki herkes gibi, açtır. Zaten evin şekerden olduğu tezini çürüten de budur, zira madem şekerden evin var, neden çocukları besiye çekip yemeye çalışıyorsun. Hansel'i besiye çekip, Gretel'e de fırını yaktıran cadı, çocuklara neyin yenebilir, neyin yenemez olduğu konusuda bir ders verme niyetindedir. Madem ki yenebilirliğin sınırlarını benim mortgage'lı evime kadar genişlettiniz, o zaman ben de size kadar genişletirim hesabı.

Velhasılkelam hikayenin sonunda Flamée olan cadı olur, tahminimce de çocuklar cadıyı pişirip yerler. Ama biz yılların ardından hikayenin çocuklara anlatılabilir versiyonunu dinleriz tabi. Neymiş annelerine dönmüşler. Peh.

Grimm kardeşler herhalde, 11. yüzyılda yaşamış Halife El Zahir'in hikayesinden esinlenmişler. Bu muhterem şahıs, Ramazan Bayramı için şekerden yaptırdığı gerçek boyutlardaki camiyi yesinler diye bayramın sonunda dilencileri çağırtmasından (vallahi ben uydurmuyorum, El Guzuli ve Nasır-ı Hüsrev böyle bildiriyorlar) anlaşıldığı kadarıyla, biraz manyakmış. Esinlenmedilerse bile ben böyle bir acayipliği yazmasam çatlardım.



Adem ve Havva

Bu meşhur hikayenin kahramanlarının başına gelenler, herhalde bir şeyler yediğinizde başınıza gelebilecekler arasında en büyüğü.

Cennet'ten kovulmak... Evet... Bunu hazmetmek pek kolay olmasa gerek.

Cennet'ten kovulmak... Elma... Öehh... Şimdi birileri çıkıp o elma aslında bir metafordu, bilgi ağacının meyvasıydı filan diyecek. Ben Adem'i bu eyleme iten hislerin, tecessüsle oburluğun bir bileşimi olduğundan eminim. Öyle değilse ben de ademoğlu değilim. Dijital tartıların 92 kg ağırlığında olduğumu bilgi ağacının gülllesi gibi bildirdiği bu günlerde, Elma'dan öncesine dönmek istiyorum. İyiyle kötüyü ayırt etmenin bilgisi, özgür irade, vicdan ve ahlak gibi kavramlarla beraber, yedikçe kilo alacağımız gerçeği de cennetten dünyaya göt üstü düşme etkisi yaratıyor. Teşekkürler Adem ve Havva. Afiyet olsun. Sezar salatanın hakkını sezara verin...






-Hocam bi saniye açıklayabili...
-Sieee!!..













Fore kabilesi

Papua Yeni Gine'nin bu yerli kabilesi, listemize kahramanların acayip şeyler yediği bir ortam yarattığından girmedi. Onların macerası --yahut Misadventure demek daha doğru belki de- kabilenin gelenekleri. Cenaze töreni anlayışları ölüyü yemek olan bu kabilede, kadınların özellikle merhumun beynini yemesi adettenmiş. Bu adetlerinden dolayı Deli Dana Hastalığı'nın insandan insana (daha doğrusu cesetten insana) bulaşan bir versiyonundan muzdariplermiş. Sonraları misyonerler, ölmüş akrabalarının etlerini değil, çok gerektiğinde İsa'nın etini yiyebileceklerini öğretmiş olmalılar ki, yerliler hristiyanlıkla beraber bu adetlerini bırakmış. Bu ve benzeri meseleleri ele aldığım daha önceki bir yazımı, pek yakında burada yeniden yayınlamayı düşünüyorum. Töreleri gereği böyle davrandıkları için, ve de töre tembel işi bir şey olduğundan, en azından fahri Lotus yiyici ünvanı alabilirler diye düşünüyorum. Veya en azından mansiyon verelim. Töre ziyafeti. Före.


Harikalar Diyarında Alis

Ne diyeyim ki, Alis iksir içer, Alis mantar yer, her birinin ayrı bir kafası var. En iyisi siz tekrar okuyun bu güzide eseri. Ben ne kadar anlatsam boş. Gutenberg projesi kapsamında e-text olarak bedava elde edebilirsiniz. Bu arada Lewis Carroll kekemeymiş. Bazı kendini bilmez nörologlar da ölümünden seneler sonra adama teşhis koymaya kalkıyorlar. Yok efendim civa zehirlenmesi, yok efendim migreni varmış. Anglo-sakson gavurunda "Mad as a hatter" diye bir tabir var, tavşan kürkünü muamele etmek için kullandıkları civadan zehirlenen şapka imalatçıları, bir süre sonra af buyrun deliriyorlar. Çay partisindeki şapkalı zat da acaba böyle midir diyorlar. Bu nörologlarda zaten her şeyi organik bir sebebe bağlama hevesi vardır. Burada ise inorganik civaya bağlamışlar meseleyi. Ne diyelim, nörolojinin kendisini kronik bir zehirlenmeye bağlamalıyız belki de. Kronik bir Descartes dualizmi ile zehirlenme vakası Watson....


Pazenadam


Nacizane kendimi de çeşitli memleketlere gidip yediği şeylerin etkisinde kalanlar sınıfına almam gerektiği kanaatindeyim. Bursa'ya gidip iskender yemişliğim, yahut Amsterdam'a gidip uzay keki etkisinde kalmışlığım yoktur. Ancak Amerika seyahatlerimde maruz kaldığım çevresel kaynaklı bir patojeni ve bende yarattığı etkileri burada bildirmek halk sağlığı açısından bir insanlık görevidir. Başıma musallat olan belanın gavurca adı, Cilantro. Aslında "Konyalı'nın geçmişini kişnişim" adlı tükümüzde adı geçen kişniş bitkisinin yapraklarına verilen isim.


Dünyanın bazı yörelerinde bu bitkinin yaprakları maalesef baharat olarak kullanılıyor sayın seyirciler. Bizim yörelerimizde tanrının da uygun gördüğü gibi tohumları yiyecekleri tatlandırmakta kullanılan Coriandrium Sativum bitkisininin yaprakları, hint-çini, çin-hindi ve yeni dünyanın ruhları bile olup olmadığı belirsiz zındık yerlileri tarafından, Meksika ve Thai mutfağında hapur hupur yenmektedir.


Uzaydan gelen amonyak soluyan robotların dışkısı ile Unilever deterjan fabrikalarının kazan artıkları arası bir kokunun sizin içinizden geldiğini düşünün. Çernobil tadında bir yiyecek! Beynimde bir yer, bu maddeyi kesinlikle yememem gerektiğini, bana mümkün olan her yolla anlatıyordu. Mide bulantısını zaten tahmin ediyorsunuzdur. Ancak Cilantro, sadece midemi ters döndürmekle kalmayıp, ayrıca kaçınma tepkisiyle, öğrenmeyle, daha sonra Cilantro'ya karşı artmış bir uyarılmışlık düzeyiyle, dört başı mamur bir davranışsal sendrom ortaya çıkartmayı başardı. Cilantrophobia sahibi oldum.


Neyse ki dünyamızı yavaş yavaş sarmakta olan bu illete karşı bir direniş hareketi başlamış durumda.

Nobody expects the Spanish Inquisition you heathen Cilantro eating swine!


Konkülüzyon

İki bölümünü yazmam yaklaşık yarım yıl süren bu basit yazının bir üçüncü bölümü olacaksa sayın seyirciler, herhalde çocuklarınız okuyabilecek. Zehirlenmez de yaşarsam, belki ben de o günleri görürüm. Zaten konu da dağıldı gitti, ama siz olsanız kafanızı toparlayabilir miydiniz bakalım.


Bütün büyük seyahatler akşamdan kalmalık ile bitmelidir diyorum ve fonda Great Big Sea'den "Home for a Rest" çalarken... Ay göynüm bulandı yine... Görüşürüz.



Powered by Qumana

19 Şubat 2008 Salı

İsim Tashihi'nin Tashihi

Efendim, Carla Hanım hepimizi böğründen hançerleyerek, Sarkozy denen o acayip adamla evlendiğine göre, ben de bu ismi istemiyorum, zira Raphael olmanın bir esprisi kalmıyor.

Üste bir değil iki Carla Bruni verseler Sarkozy olmayı kabul etmeyeceğime göre, ben kendime başka bir başmelek ismi seçsem daha iyi olacak. Gabriel daha şık. Hem de daha işlevsel. Zira kendisi internetin de koruyucu meleği. Hatta aslında Papa 6. Jan Pol'ün 1972'de yayınladığı bir fermana göre bütün telekomünikasyon endüstrisinin koruyucu meleği. Atmıyorum, buyrun buradan okuyun.

13 Ocak 2008 Pazar

Bilmece

Sual: Gökkuşağının dibinde yaşayan ve bir küp altını korumakla görevlendirilmiş Robdeşambr'a ne denir?


Cevab: Leprachaumbre


Powered by Qumana