2 Eylül 2007 Pazar

İsim Tashihi



Mahkemeye başvurup adımı Raphael olarak değiştirmek istiyorum. Nüfus memuru yanlış yazmış Hakim Bey, Raphael Enthoven olmak istiyorum.

----------------
Now playing: Carla Bruni - Raphael
via FoxyTunes

31 Ağustos 2007 Cuma

Lotüs Yiyiciler, Kısım Bir, Yunaniler

Sayın Seyirciler,

Bugün sizlere çeşitli seyahatleri ve maceraları sırasında değişik meyvalar, çiçekler veya benzeri nebat ve başka nevi gıda ile karşılaşıp, bunların tuhaf etkilerine maruz kalanların ibret verici öykülerinden biraz bahsetmek istiyorum. Son zamanlarda antik Yunan'a kafayı taktığım dikkatli okuyucunun (nerdeee) gözünden kaçmayacaktır. Bu yüzden bazı arkadaşları önlere aldım, arkada kalanlar alınmasın.


Lotus Yiyiciler


Zannediyorum, bu kısmı Kayıp Cinnet'in açılış mottosuyla başlatmalıyım: "Gittiginiz acayip gezegenlerdeki meyvalar sizi ya öldurur ya da hayatta kalmanızı sağlar. Bundan dolayı onlarla yolunuzun kesiştiği nokta onlarsız hayatta kalamayacağınız noktadir. Böylece bir adım önde kalırsınız."


Kuzey Afrika'da meskun bir kavim olan Lotus Yiyenler, yahut Odiseus'a göre Lotophagi, esasında pek öyle maceradan maceraya koşan bir millet değilmiş. Bizim ilgimizi çeken özellikleri, nilüfer gibi bir çiçeği yiyip yiyip kafayı bulmaları ve bütün gün tembel tembel yatmalarıymış. Böyle hiç bir şey yapmadan hülyalara dalmak ve kendinden memnun olmak, benim nazarımda maceranın en güzeli. Günümüzde gavur milleti bu Lotus Yiyici lafını Varsayalım İsmail tarzı insanlara hakaret etmek amacıyla kullanıyor. Halbuki en büyük maceralar, oturduğumuz yerden hayal kurarak başlar. (ve bazıları öyle de biter, öyle değil mi genç efendi Tristram?)


Yöreden gemiyle geçmekte olan Ulysses'in tayfasında bu çiçeğin yarattığı etki, yedikçe yiyesi gelmek ve geri dönmek istememek olmuş. Ben de şöyle diyorum o halde yüksekten atarak (belki de hakikat payı vardır zira Joyce'un Ulysses'inin bölümlerinden birinin gayrıresmi adı Lotus Eaters), tayfasıyla beraber Ulysses de çiçeğe biraz takılsaydı, Odysseus destanı Joyce'un Ulysses'i gibi olurdu. Edebiyat birkaç bin sene ilerlemiş olurdu böylece. Veya Kayıp Cinnet'in dediği gibi, böylece bir adım önde kalırdık.


Efendim madem çiçekten bi fırt aldık ve artık geri dönüş yok, havanda su dövme serüvenimizi başka yunanilerle sürdürelim;


Glaucus

Efendim bu Glaucus namıyla maruf yunanlı aslında kendisi basit bir balıkçı parçası olup, tuttuğu balıklardan canlı sashimi yaparken kullandığı bir bitkiden (ne bitkisi olduğu meçhul) yanlışlıkla ölümsüz olmuşmuş. Ama bazı yan etkileri de olmuş maddenin, yüzgeç ve balık kuyruğu çıkarmak gibi. "Bu halimle insan içine çıkamam gayri" diyerek Glaucus denizde takılmaya başlamış. Biraz deprasyona giren kahramanımız, denizler altında bulduğu yeni kankaları Oceanus ve Tethys ile emekli hayatının tadını çıkarmış. Ama ölümsüzlükle ilgili esas karın ağrısı olan karakterimiz, bir sonraki altbaşlığın konusu;


Herakles


Uzun uzun anlatamayacağım, hikayenin şahane bir yorumu zaten şu adreste bulunuyor. Bu muhteremin, tanrıça Hera'nın türlü katakullileri nedeniyle çalmak durumunda kaldığı elmalar, bilin bakalım yine ne özelliği bahşediyor insanlara. Aaa evet ne tesadüf, ölümsüzlük. Neyse. Atlas'ın yükünü "Sen git elmaları topla ağa ben bunu tutarım." diyerek alan Herakles, Atlas gelince "Ya bi el atsana kulunçlarım tutuldu." diyerek koskoca yükü sen Atlas'a vermesin mi sayın seyirciler. Elmaları cebellezi eden Herakles, yesem mi yemesem mi diye bir karın ağrısına tutulur. Hile hurda ile kaptığı elmalardan yiyip fasondan ölümsüz olsa, delikanlılığa sığmayacak bir hareket olacaktır, Olympos'ta af buyrun "ŞeRRRefsiz" olarak bilinecektir. Öbür türlü yemese, bu sefer ancak ardından anlatılan hikayeler sayesinde ölümsüz olacaktır. Derken olaylar gelişir.

Bu Herakles, başka birkaç mutfak meselesi nedeniyle (temelde Zeus'a kemik yedirmek ve yemeğin altını açık bırakmak da denebilir) kartallar için arnavut ciğerine indirgenen Prometheus'u da, maceraları arasında kurtarmıştı, onu da belirteyim. Can boğazdan gelir.


Önümüzdeki bölümde, diğer milletlerden pisboğazların hikayeleri ile yine karşınızda olacağız. Esen kalın.



Powered by Qumana

12 Ağustos 2007 Pazar

Vücut İkliminin Sultanı Sensin Persephone

İnsanın "davranış"ı, filin hortumu, eğreltiotunun klorofili gibi, basitçe insan türünün üyelerine üreme avantajı sağlamak gibi bir işleve hizmet ettiği için kuşaklar boyunca korunmuş bir özellik. Aslında canlıların davranışlarının tamamını bu şekilde açıklayabiliriz.


Canlılar, bildiğimiz kadarıyla, ilk ortaya çıktıklarından beri yerkürenin ve atmosferin, fizik ve kimyasal yapısı üzerinde etkili olmuş. Henüz üstünde bulunduğumuz gezegenin tektonik özelliklerini, yörüngesini, temel bileşenlerini, genel olarak sıcaklığını değiştirecek durumda değiliz, ancak atmosfer ve okyanuslar üzerinde etkilerimiz olmuş.


Canlıların dünyanın atmosferi üzerindeki en büyük değiştirici etkileri, bundan aşağı yukarı 3 milyar yıl önce, Siyanobakteriler'in deniz suyunu indirgeyici bir ajan olarak kullanarak fotosentez yapmaya başlamaları, bunun akabinde serbestleşen oksijenin birkaç başka faktörün de etkisi ile birlikte atmosferde birikerek zamanla bugünkü %21 oranına kadar ulaşması şeklinde gerçekleşmiş. Atmosferin oksijenasyonu arttıkça, bundan yaklaşık 540 milyon yıl önce, ozon tabakası oluşmuş ve güneşin ultraviyole ışınlarına karşı bir koruyucu görevi gördüğünden, karaların canlı türleri tarafından yurt edinilmesine olanak sağlamış.

Oksijensiz yaşayan türler enerji bakımından kısıtlı yaşadıklarından, oksijenli solunuma geçiş canlıların kullanabileceği enerjide büyük bir artış yaparak, global bir etkiye yol açmış.

(bkz: http://en.wikipedia.org/wiki/Timeline_of_evolution)


İnsan davranışı sonucu ortaya çıkan küresel iklim değişikliğinin, ekosistemimizi kararlı durumundandan en azından kısa vadede geri dönüşsüz olarak uzaklaştırarak tüm sisteme yayılan bir soy-tükenmesi silsilesi oluşturacağı yönünde kaygılar var. Konuyu basından takip ettiğimizde, "dünyanın sonunu günahlarımızla getirdik" şeklindeki apokaliptik kehanetin gerçeklenmesinden duyulan haz ile, basitçe hayatta kalmaya yönelik kaygıların birbirine karıştığını görüyoruz.


Bilim adamları, halihazırdaki hızımızı sürdürürsek, önümüzdeki 100 yıl içinde biyoçeşitliliği sağlayan türlerin yarısını yok edeceğimizi söylüyorlar. Aslına bakılırsa bu dünyanın şimdiye kadar yaşadığı büyük soy tükenmeleri arasında, orta ölçekli diyebileceğimiz bir felaket olur. Örneğin Permian-Triassic soy tükenmesinde, (yaklaşık 250 myö) denizlerdeki canlı türlerinin %96'sı, karalardaki omurgalı türlerinin ise %70'nin ortadan kalktığı tahmin ediliyor.


Bir de tabi kıyamet tablosunun tamamlayıcısı olarak, Sodom'un son günleri misali, olan bitenin aslında olup bitmediğini, hepsinin ağaçlara sarılmayı seven eski hipilerin uydurması olduğunu iddia edenler var. Zaten Amerika ile ilgili sorunlardan biri de bu "wish away" müessesesinin çok iyi çalışması. Neo-con şahinlerin artık kendi ağızlarıyla açıkça dile getirdiği, ama daha uzunca bir süredir, ve galiba dünyayı yok edebilecek bir nükleer cephaneliğe sahip olduklarından beri Amerikan yönetici elitinin yaşadığı bir tümgüçlülük fantazisi var. Ağızlarından çıkan şeyin "gerçeğe" dönüştüğünü düşünüyorlar.


Bir yandan bu insanlar, insanın evrimsel özelliği olan davranışı gereği; tüm canlıların en üstünü olduğu inancıyla yeraltında depolanmış karbon sedimentini çıkartmak ve bunu yakarak dünyanın orasında burasına hareket etmekle bu kadar övünürken, öbür tarafta tanrısallığın gerçek ölçeği atmosferin bileşimini öyle arada sırada zaten olduğu gibi sera gazlarıyla değiştirmektense, %0,02 olan oksijen miktarını %21'e çıkartmak değil midir?

(Siyanobakteri sıralarından alkışlar yükselir.)

Gezegene biraz uzaktan (Olympos dağı kadar diyelim, mesela iklim değişikliği ve ölüm tanrıçası Persephone'nin gözünden) bakınca görünen manzara şu; bir kez daha canlı türlerinin birbiriyle etkileşimi ve türe özgü davranışları nedeniyle, ekosistemde dramatik bir değişiklik olacak, ardından belki çok sayıda türün soyu tükenecek.


Ah ama pardon, zaten küresel ısınma diye bir şey yoktu. Dolayısıyla karşılaştırmam da anlamsız. Yazının başındaki resmin de "Persephone'a Tecavüz" heykelinin resmi olması tesadüften ibaret.


Powered by Qumana

28 Temmuz 2007 Cumartesi

Allah Makinesi

Gayet güzel bir yazıya denk geldim, stumbleupon sağolsun;


"We can observe the simulation from any angle you like."

"We need somewhere that we know civilisation is going to arise earliest. Somewhere easy to locate. Is there a Nile Delta yet?"

"...Yes. Got it."

They advanced a thousand years at a time until Egyptian civilisation begin to appear. Diane moved the viewing port, trying to find the pyramids, but with little success - the control system she had devised was clumsy and needed polish, and there was a lot of Nile to search. In the end she switched focus to the British Isles, and found the future location of London in the Thames valley, scaling back to one-century steps and using the development of the city to determine the current era instead.



Devamı burada, bu yazıların bulunduğu sitenin kendisi ise "Things of interest" diye bir yermiş.

21 Temmuz 2007 Cumartesi




Wittgenstein "Düşüncenin sınırları, dilin sınırlarıdır." demiş. Genelde böyle şeyler söyleyen birisi Wittgenstein. Yanda da bize nah yaparken görüyoruz kendisini.





Beşeri bilimler veya kabala uzmanı sayılmam ama, evrenin kelimelerden yapılmış olduğu, veya evreni anlamak için elimizde kelimelerden başka bir araç olmadığı, hatta evreni kelimelerden bizim yarattığımız ve de insanın bütün sosyal yapılarının (construct'ı çevirebilen beri gelsin) kelimelerden ve dilden inşa edilmiş olduğunu söyleyen pek çok, bunu biliyorum.


Peki evreni dilden gayrı algılamak ve düşünmek mümkün müdür? İşte bu sıcak yaz aylarında beni lanetleyen 10 türlü düşünceden biri de bu. (Herkesin kendine göre derdi var.)


Örneğin Pinker, "The Language Instinct" kitabında, insanın düşünmek için öncelikle "mentalese" (zihince?) adı verilebilecek, bilinen herhangi bir dilden olmayan bir ön-dilde tasarımlar yaptığını, daha sonra bunları insan diline dönüştürdüğünü iddia ediyor. Güzel de ediyor. Zaten "Blank Slate" kitabında da, sosyal bilim yobazlarının nasıl nörobilimi 40 sene kendi doktrinleri uğruna sakatladıklarını yazmıştı. (Evet Albayım!) Bu "mentalese" tartışmasında son noktayı koymaktan uzağız, ama herhalde nörobilim araştırmalarından gelecek verilerin, (ki niceliği de büyük olacak) felsefeciler tarafından yorumlanması gerekecek. Bottom line: İnsanlık, çok gerisin. Saylonlular çok yaşa.


Ruh makinasının çarkları, Sefer Yetzirah'daki üç harften mi, DNA'mızın kodlandığı dört harften mi mürekkeptir? (TA TA TA TAA [Beethoven makamında söylenecek]) Madem her birşey, baştan kelamdı, elbet bunu bir söyleyen de olmalıdır. Mıdır? Ha?


Burada amacım, evrenin bir yaratıcı tarafından yaratıldığını düşündüğümüz eski güzel günleri yad etmek ve sizlerde bir nostaljiya husule getirmek değil. Judeo-hristiyan köktenciler "akıllı tasarım" gibi Arçelik reklam kampanyası tadında kampanyalarla bunu yeterince yapıyorlar. Caveat Emptor! Ürünlerinde domuz yağı olabilir.

Yoksa biz bu kelimelerin söyleyicisini geriye doğru mu icat ettik diyorum. (Albayım sana söylüyorum, okuyucu sen anla) Velhasıl; bu eski hikayeleri bize eskiden beri nasıl düşünmeye alıştığımızı hatırlatmaya yarıyorlar diye koydum. Bir de bütün batı düşüncesi, bütün yan ürünleriyle, mezopotamyalı katiplere dayanıyor diye düşünüyorum. Yoksa bize ne Rabbi'lerin şeylerinden, Prag'a gider, bir tavan arasında gizledikleri Golem kalıntılarına bakarım, hem de gezerim, bu sıcakta Wikipedia karıştıracağıma.


Gelgelelim:


Satir
(Konuyla biraz alakasız ve de Levent Kırca'msı ufaktan

Ancaak;

Blog dediğimiz şey iki günde unutulur,

Utanmam ben de olacak o kadar yazımdan)


Metafiziğin bir alt dalı olan doğa felsefesi, kendi metodundan iyiden iyiye emin olup "Bilim" dediğimiz şeye evrilmiş. İyi de olmuş nitekim, ben de bir çeşit bilim adamıyım zaten. Ancak bilim adamları kötü felsefe eğitimi aldıklarında, bilgilerini hakikat zannetmeye başlıyorlar(Vay ibneler!). Ama bu bilim Golem'lerinin alın yazısından bir harf silmeye gelmez, kil topağına dönüşüverirler. Hem konuşmayı bilen Golem yapmak kötü bir fikir değil midir?


-Peh, böylesi de çok post modernist oldu.
-Ama felsefe bilseydik belki onlara karşı koyabilirdik albayım, hem şiir bile yazdık.

15 Haziran 2007 Cuma

Santa Maradona

Emir Kusturica'nın, Manu Chao'nun da oynayacağı, Maradona'nın hayatını konu alan bir belgesel çekeceğini öğrenmiş bulunuyoruz.

Şimdilik buradan ve buradan aldığımız bilgiler bu yönde.

Bu arada Manu Chao'nun yeni albümü çıkacakmış, bedava bir single indirilebiliyor sitesinden, indirdik dinledik nitekim, gördük ki Manu Chao adeta Primal Scream'a kesmiş tümden.
Galiba giderek sevdiğim her şey bir tek şey haline geliyor.
Bundan sonraki adım herhalde Maradona'nın bir sonraki Primal Scream albümünde top koşturması ve Tom Waits'in de bu sırada benimle evde PES oynarken bir yandan Mojito yapması olacak.


Burada ise Diego'yu bayramda dedesinin elini öperken görüyoruz:

Damardan

Martin Scorcese'nin Blues, Feel Like Going Home filminden alınma bu görüntülerde, Ali Farka Toure, dünyaya ayar verirken görülüyor;
"Siyah amerikalı diye bir şey yoktur, Amerika'da yaşayan siyahlar vardır."


26 Mayıs 2007 Cumartesi

Clementine


Benim ilk olarak Animation Magazine dergisinden öğrendiğime göre, dünyanın galiba en süper çizgi filmi Clementine'in uzun metrajlı bir animasyon filminin çekilmesi planlanıyormuş. Buraya kadar "oleeey" diyebileceğimiz bi durum.

Ama acayip olan şu; söz konusu uzun metraj animasyonu bir türk firması olan Medyavision'un çekeceği söyleniyor. 80 ila 100 milyon dolar civarında bir bütçesi olması planlanan film, eğer çekilebilirse, türk sinema tarihinin en pahalı filmi olacak. Tuhaf.

20 Mayıs 2007 Pazar

The Spiders

Zaafira: I've got my own prayer....

Zaafira: Dragunov SVD sniper rifle. Killing range: three-thousand eight-hundred meters.

Amen.




Patrick Farley'nin Afganistan savaşı hakkındaki çizgi romanı The Spiders'ı keşfettim. Linklater'ın A Scanner Darkly uyarlamasına benzer bir his veriyor.
Sitesindeki diğer çizgi romanlarla da bilahare ilgileneceğizdir.

13 Mayıs 2007 Pazar

Balance

Lauenstein biraderlerin izledikçe dünyayı daha iyi anlamamızı sağlayan 8 dakikalık dev eseri:



Gerçekten büyük sanat yapıtlarındaki özellik, hepimizin dilimizin ucunda olan ama ifade edilmesi çok karışık şeyleri, basitçe anlatmaları. Çok büyük sporcuların performanslarını seyrederken de, yaptıkları çok kolay görünür ya, bunun gibi bir şey.

Mothership Ersoy

Bülent Ersoy, televizyonlarda zaman zaman gösterilen bir tesis. Bir çeşit yap işlet devlet dairesi. Ayrıca sanırım gökcisimlerinin yörüngelerini hesaplarken kendisinin gravitasyonel etkisini hesaba katmamız gerekiyor. Her haliyle emperyal, bir o kadar regal, celestial, astronomik.


Ancak aslında görmekte olduğumuz şey gerçekten, yıllar önce ameliyatla cinsiyet değiştiren TSM şarkıcısı Bülent Ersoy mu???!!! (Zbamm!! Varan bir!) İşte dehşet perdesi. Benim teorime göre, gerçek Bülent yaklaşık bir mil kalınlığındaki dış kabuğun altında, dışarıdan sesini dahi duyamayacağımız bir derinlikte, olan biteni bizim kadar dehşetle izliyor.



Dışındaki giderek büyüyen kabuğun uzaydan geldiği yönündeki kanıtlar ise artıyor. Örneğin kendisini hiç bir zaman yürürken görmüyoruz. Hoverkraft misali süzülüyor, daha doğrusu gitmek istediği yöne doğru uzay zamanı bükerek yol alıyor. Ayrıca konuşmasındaki tuhaflıklar da muhtemelen uzaylılıktan kaynaklanıyor.





Fotoğrafta Star Destroyer sınıfı yıldız gemisi Imperial Bülent Ersoy Avrupa ve Kuzey Afrika'yı tehtid ederken görülüyor. Uluslararası toplum endişeli.

12 Mayıs 2007 Cumartesi

Plak Mafyası

"Her kim ki ilk başta kendi üretmediği bir eserin kopyalarını yapar, bu kopyaları başka insanlara verir, andolsun ki onun yeri cehennemdir." (RIAA suresi)



RIAA. Riya mı demeliyiz yoksa?

Plak endüstrisi dediğimiz şeyin özü, bazı adamların kendileri üretemeyecekleri eserlerin kopyalarını çıkartıp bu kopyaları başkalarına para karşılığı satmasıdır. Müzisyenler de bu adamlara eserlerinin haklarını satarak müzisyenlik mesleğinden para kazanırlar. Ki kanımca ahlaksızlık zaten burada, yani müzik işinden para kazanmaya çalışmakta başlıyor.

Zaten baştan Musae'ye ait olan eserleri, müzisyenler parayla plak şirketlerine satarak hırsızlık yapıyorlar.

Metallica'nın Napster'a zamanında açtığı davada bana iğrenç gelen bir şey var.
Bu da şarkılarının yasadışı kopyalarının yapılacak kadar beğenildiğine sevinmek yerine kaybettikleri paraya üzülen müzisyenlerin, milyonlarca insan tarafından sevilmesi.

Zengin bir adamdan çalmak mı daha ahlaksızdır, fakir bir adamdan çalmak mı?

6 Mayıs 2007 Pazar

Politik Yazı

Son günlerde memleket gündemi fevkalade politize oldu, süfli islamistler büyük pastadan daha büyük bir pay isterken, statükocu kuvva her şehirde sokaklara 1 milyon ev kadının dökerek gücünü nereden aldığını hatırlatmaya çalışıyor.

Hepsi hepsi bir cumhurbaşkanı seçebilmek içinmiş.

Statükonun miting yapması belki de en tedirgin edici kısmı işin, bir Goebbels eksik başlarında.


Öte yandan bu kayıkçı dövüşünde tarafların argümanları şöyle:

İslamcı gibiler (gerçek islamcı da denemiyor zira U.S. of A. kendilerinden memnun) : Yahu ne olacak bi tane cumhurbaşkanı seçsek şunun şurasında, demukrağtik hakkımız bu bizim. Bize zulmediyorlar. Bir de Nurcu mu olsaaam Nakşi mi yoksa... Ne o ne o ne o neo...

Kırmızı Beyaz Kuvvetler: Kırırım bu demokrasiyi. Benden başkası nasıl olur da memleketin başına biraz geçmeye çalışabilir. Hem bu orümcek ampül kafalı pis dinciler gelirse kadınlara zorla çarşaf dahi giydirir. Hepimiz arap oluruz.

Dünyadaki islamcılığa baktığımızda, endüstrileşme ve globalleşmeyle karşılaşan geleneksel islam toplumlarının topyekün yokolma veya değişmeye karşı direnmesi gibi bir noktada odaklandığını görüyoruz. İslami toplumlar bir değişimin zorunlu olduğunu hissediyor, ancak bunu kontrol etmek istiyorlar. Böylelikle tümden dağılma tehlikesini kontrol altına alma umudunu taşıyorlar. Bunu yapma yöntemi olarak da günlük hayatı islamileştirerek kontrol altına almaya çalışıyolar.

Türkiye'nin son birkaç dekadda ortaya çıkan islamcıları ise, örneğin Arap dünyasının, yahut o kadar uzağa gitmeye gerek de yok, Anadolu'nun geleneksel islami toplumlarının alay konusu olabilecek bir "mış gibi" tavrında. Zamanında "Batı"yı ne kadar kötü taklit ettiysek, şimdi de doğu zannettiğimiz şeyi o kadar kötü taklit ediyoruz.

Geçenlerde bir takside, islami bir radyo kanalı açıktı ve Fairuz'un bir arap pop şarkısına yazılmış türkçe sözleri olan bir ilahi çalıyordu. Köktendinciler adamı keser af buyrun böyle şey duysa.

Bir de Star Wars türban estetiği var ki zannediyorum Cevahir alışveriş merkezini de Death Star'ın mimarlarına tasarlatmışlar. Naboo bülbülleri.

Türkiye'ye şeriat gelir öcüsü de zannederim ancak hala ilkolulda edindiği bilgilerle idare etmeye çalışan seçmeni korkutuyordur. Zaten Türkiye'de kişi başına düşen ortalama eğitim süresi 4 yıl.
Bir iş günü içinde piyasalarımızdan çekilebilecek 70 milyar dolar yabancı parası varken, İsrail'in stratejik partneriyken mi gelecek şeriat. Peh.

Öbür taraftan, birkaç şehirdeki AKP karşıtı mitingler güvenlik kuvvetlerinin en ufak müdahalesi ile karşılaşmazken, 1 Mayıs'ta alınan önlemler af buyrun İstanbul halkının anuna koymasıyla ön plana çıktı. Her zamanki gibi aşırı güç kullanılmasıyla kalınmadı, İstanbul'daki herkesin canının yakılması ile operasyonun boyutu genişletildi.

Zannediyorum 1970 Haziran ayındaki işçi olayları nedeniyle İstanbul-Ankara karayolunun kapatılması ve İstanbul ve çevresinde sıkıyönetim ilan edilmesinin bir benzerini yaşadık. Sevdiğimiz afacan mitingler olduğu zaman bunlar demokrasinin gereği, 1 Mayıs olunca biber gazı. Süper demokrasi.

Allen Ginsberg'le, Joe Strummer'a sığınmak dışında bir şey kalmıyor:

Ghetto defendant
It's islam fury
No tear gas no baton charge
That stops you from taking the city.

Fucked in Constantinopolis.


Bir de oy verecekmişiz. Hadilen!

23 Nisan 2007 Pazartesi

Hande Yener Reviewed


"Kim bilebilir aşkı, aşktan ölene kadar?" (Yener et al. 2007)








Bu yazıda bu basit gibi görünen pop şarkısının altında yatan karmaşık düşünce sistemini biraz olsun araştırmaya çalışacağım.


Öncelikle, türkçedeki "bilmek" kelimesi bazı batı dillerindeki iki çeşit bilme anlamının ikisini de kapsamaktadır. Bunlardan biri latin dillerinde "sapere", cermen dillerinde "kennen" olarak anılan, bir şeyin işleyişini, nasıl olduğunu vb. bilmektir. Örneğin cebir bilmek, veya tirbüşon kullanmayı bilmek gibi. Diğeri ise latinlerin "consciere" cermenlerin "wissen" tabir ettiği bilme biçimidir ki, bu örneğin Mısır'ın başkentini bilmek türünden bir bilmedir.

Eee, Hande Yener neyi kastediyor peki? Tirbüşonu mu Kahire'yi mi? Sanırım ikisini de değil. Burada bağlamdan ayırdığımız için cümle tek başına kolay anlaşılamıyor. Ancak şarkının tamamını dinlemiş biri olarak diyebilirim ki, Hande Yener kısaca aşkın kendi işleyişi ile ilgili bir sır olduğunu, bunu sırrı öğrenmenin yönteminin de aşık olmakla kalmayıp, bu yüzden ölmek olduğunu iddia ediyor. Demek ki meselesi sapient olma meselesi, kamil olma meselesi.

"Öğrenmenin gerçek metodu, tecrübe etmektir." diyen William Blake, hristiyan mistiklerinin önde gideni, buradan sevgilerimizi gönderdiğimiz bir kişi. Ancak bu yazıyı bir sonuca ulaştırabilmek için ille de aşktan ölmemiz mi gerekiyor?

Bir romalının sonradan yazdığı bir yunani efsaneye göre, Psyche, Afrodit'le güzellikte rekabet ettiği için lanetlenerek zorla Eros ile evlendirilir ancak kocasının adını bile öğrenmesi, veya yüzünü görmeye çalışması yasaktır. Erotik aşkın bu zorlayıcı doğasından bahsedilmesinin yanı sıra, aynı hikayede Psyche, eğer kocasının kimliğini merak edip öğrenmeye çalışırsa öleceği konusunda uyarılır.

Aslında bu sadece tutkulu bir aşkın kelimelere dökülmesindeki zorluk değildir, herhangi bir insan tecrübesinin bilgiye dönüştürülmesindeki zorluğuna işaret eden bir araçtır.
"Makinedeki hayalet" olarak özetleyebileceğimiz düşünce, ruhun ve bedenin ayrı ayrı olduğunu ve ruhumuzun, beden denen makineyi yöneten,makineden ayrı bir varlık olduğunu şeklindedir. Makinanın halleri, işleyişi vs. açıklanabilirken, hayaletin işleyişi açıklanamazdır.

Şarkının tam göbeğindeki sır da buradan köken almakta. ("Mana fi batıni şair" derler efendim, yani anlam şairin karnındadır, şapka çıkartılacak bu güzel sözü, ne yazık ki türk dilinin şapkaları çıkarıldığı için böyle yazmak durumudayım. Atma Hamidiye atma, şapka da giyeceğuk, vergi de vereceğuk.)

Buralarda bi yerlerde sanırım Spinoza'dan, Mevlana'nın Mesnevisinden ve Eflatun'dan da bahsetmem gerekiyordu ama şarkının shalalaları arasında kendimden geçmişim.

Neyse gelelim şarkının bir şarkı olarak incelenmesine.

Introdaki Yasemin ile Gece Cimnastiği estetiği nasıl ve neden yakalanmış, bir o hoparlörden bir bu hoparlöre pan eden o saksofon riff'i kimi eğlendirecek diye düşünülmüş, mana fi batıni aranjör mü demeliyim arazöz mü demeliyim bilmiyorum. Neyse pesten çalan chicken scratch gitarlar,house altyapısı ve tahammül edilebilir synth katmanları ile çaldığı zaman radyoyu kapatmak ve yakmak zorunda kalmayacağımız bir şarkı. Minör tonalitesi ve basit vokal armonileri alışıldığı üzere.

Hande Yener'in şarkılarında benim önemsediğim ve bence onları diğer türk popu şarkılarından daha değerli yapan özellik ise şarkının prozodisindeki tanımlayamadığım bir güzellik. Bir şarkıyı bir dilde yazılmış yapan şey, sanırım konuşmanın doğal akışındaki ritmlerin şarkıda da kullanılması.

Örneğin türk rap'inin kulağımıza tuhaf gelmesinin sebebi, batı yakası rap'indeki

|.. .. .^ .. | .. .. .^ ..|

şeklindeki vurguların türkçe konuşmada olmayışı. Çizmeyi pek beceremedim sanırım. Bir gün tanışırsak size ağzımla çalarım.




"Ve şimdi yaş'ıyoruuum
Ve sen'i se' vii yo ruuum"



kısımlarında ise şarkının erken dönem Diana Ross tavırları ile Ajda Pekkan'ın Regal Plak dönemleri arasında gidip geldiğini söyleyebiliriz ki, bu sanırım bir pop müzik şarkısı için iltifattır.

Burada Yener dünyaya meydan okuyarak sevdiği adamı bütün kötü özelliklerine rağmen sevmeye devam edeceğini iddia ediyor. Bu pop müzikte kadın dinleyiciyi gazlamak için kullanılabilecek ikinci en iyi yöntemdir.

En iyi birinci yöntem ise kendisini bu kötü özellikleri uyarınca terkeden adi erkeğin bu davranışından dolayı kadının yenilmediğini ve artık daha güçlü olduğunu hönkürmektir.


Korkarım giderek Patrick Bateman'a dönüşüyorum.

22 Nisan 2007 Pazar

Fıkra

En çok sevdiğim bi tane fıkra vardı buraya yazacaktım. Ama unuttum sanırım.

Kurt Vonnegut Jr. 11 Nisan 2007'de 84 yaşında öldü.

They Might Be Giants - Older

Fevkaladenin de fevkindeki bu eser bilinsin istedim:

Pehlivan Tefrikaları

Sağıma dönsem Lost soluma dönsem Heroes seyrediliyor. Issız bir adaya gitsem yanıma Lost'un ilk üç sezonunu alırım adeta. Peki modern insan dizilerde tefrika halinde ne görmek istiyor, üşenmedim sizler için inceledim:

1. Güzel/Yakışıklı Manita
2. Mevsimine göre özel güçler, süperkahramanlık
3. Uzaylılar bizi kaçırsın
4. Esrarengiz şeyler
5. Toptan yok olma tehtidi

Peki ne anlıyorum ben bu durumdan; (ağır yorum geliy, bir yerlere tutunun)
Bu diziler insanların ortak düşleminden doğuyor, dizi yapımcısının özelliği bu ortak düşü bir anlatıya dönüştürerek bize yeniden sunması. İnsanoğlu kendi önemsizliğiyle tarihte hiç olmadığı biçimde karşı karşıya kalmış durumda. Belki de bir kuşak sonra bizi hatırlayacak kimse olmayacak, hatta belki de bu kuşakta bile hatırlayan pek kimse yok. Neyse ki Blog yazabiliyoruz da, tam manasıyla tırı vırı hayatımızın (gavur buna trivial da der şaşırmayın) ilginç değilse bile kayda değer olduğunu hissediyoruz.

Global ekonomi açısından bakınca benim süpermarkette bingo yerine ace almam nedir ki? Amerikan dış politikası açısından veya Gazprom'un gözünden, benim AKP veya ÖDP'ye oy vermem neyi değiştirir.

Naciz vücudumuzun toprak, kil, humus vb. olmasıyla başa çıkmak için yapabileceğimiz şeyler var. Örneğin öldükten sonra hatırlanacağımızı düşünmek, çocuk sahibi olup özelliklerimizin onda devam edeceğini düşünmek, öldükten sonra bir düşler dünyasında yeniden yaşayacağımıza inanmak. İşte böyle şeyler bizi hayalimizde ölümsüz yaparak, gerçek ölümle başetmemizi biraz sağlıyor.

Peki bize ölümsüzlük bahşeden tanrının kendisi unutulduysa (ve böylelikle öldüyse), çocuk yapmak biyolojik bir kaza olan insan varoluşunun anlamsızlığına sadece tuz biber ekiyorsa, bize şehit olma imkanı tanıyan herhangi bir ideoloji, sinizmin karşısında duramıyorsa.

Aha da şöyle iddia ediyorum o zaman, toplumlar çağın ruhunu anlamada kendi zannettiklerinden daha ileridir de, aslında bu bilgi onlardan kendileri tarafından gizlenir, zira insanlık ne kadar ilerlediyse, önemsizliğinin o derece farkına varır, bu yüzden de bilmekten çok bilmezlikten gelmeye muhtaçtır. Bunun için mitoloji gerekir efendiler, ve eski mitolojinin muhacir dilinde söylersek "eepten aykırı gittiğini" de biliyor bu insanlık dediğimiz domuz. Onun için de televizyonda sinemada yok efendim adaya düştüm, yok efendim uzaylı geldi beni aldı. Bre Scully, bre Mulder, siz o kadar önemli misiniz de uzaylı sizin peşinizde. Paranoia tümden önemsiz olma tehlikesine karşı, her şeyin kendisi hakkında olduğunu düşünme durumudur.

Nerd (niyörrd diye okunur) tabir ettiğimiz Napoleon Dynamite tabir ettiğimiz insanlar neden bu kadar Star Wars vb. hayranıdır. Bunlar aslında bilimin meftunudur ve doğal olarak materyalisttir. İnsanın aciz durumunu içten içe anlarlar, bunun için de hülyalara dalarlar.

Bu yeni mitolojiler, eskileri kadar sıkıcı. Bu yüzden de sevgili seyirciler en iyisi Heroes'daki capon oğlan gibi, uzay zamanı bükerek buralardan uzaklaşmak... Ale hop tereyağlı ballı ekmek...

Hello World


Blogsiperane bir davranış örneği gösterip, sayın seyircilerim, sizlere elimden geldiğince canlı bir program sergilemek, kah birlikte eğlenip, kah hüzünlenmek için, işbu blogu hizmete açmış bulunuyorum. Atatürksü bir biçimde ifade edersek: Kutlu Olsun.

Bu kutlu meselesi bir acayip meseledir ha sayın seyirciler, celestial olsun mu desek, semavi olsun mu desek, kafalar semaver olsun diyelim en iyisi. Suavi olsun. Burak Kut olsun.